24.2.2018 Torun, Polonya
Her gün blog yazabilecek misin, diye sorular alıyorum. Öncelikle
bunu açıklamak istiyorum. Polonya’ya gelmeden önce şimdi yazdığıma benzer
bloglar aradım hep. Çok var fakat çoğunlukla da bu kadar ayrıntılı değiller.
Ben de faklı olarak yalnızca ilk günlerimde her gün yazmayı, sonra ise
yazılarımı seyrekleştirmeyi düşünüyorum. Çünkü buraya gelir gelmez yaşanan
deneyimler hemen aktarılmazsa bu kadar ayrıntı veremiyor. Erasmus hayatım
boyunca öğreneceklerimin çok büyük bir kısmını ilk günlerimde öğreneceğimden
eminim. Erasmus sonunda buradaki yaşamımı özet yapmamın bunun kadar yardımcı
olacağını düşünmüyorum.
Polonya’nın saati Türkiye’nin saatinden 2 saat geri. Çok bir
saat farkı yok tabii ki ama bazen sıkıntı olabiliyor. Ben yurda gece 11-12 gibi
giriyorum ve tam Türkiye’deki yakınlarımla konuşmak için sakin zamanım oluyor,
arayayım diyorum ama onların çoktan uyumuş olabileceğini düşünüp rahatsız etmek
istemiyorum. Çünkü buradan Türkiye’deki yakınlar aranınca en az yarım saat bir
saat konuşuluyor, anlatılacak çok şey oluyor.
Diğer bir mesele ise Türkiye’deki her bir arkadaşınızın size
mesaj atıp neler yaptığınızı sorması meselesi. Düşünülmek ve aranmak çok güzel
bir şey fakat buraya gelince özellikle ilk günler yakınlarınıza bile çok vakit
ayıramazken herkesin sizden haber beklemesi biraz zorlayabiliyor. Ama tabii ki
de beni arayıp soran herkese teşekkür ederim, iyi ki varsınız!
Bugün oryantasyonun üçüncü günüydü. İlk oturumda Polonyalı
bir psikolog eşliğinde iki oyun oynadık. İlkinde; herkes kutudan bir şekilli
taş alıyor, gruba kendi kişiliğinden veya becerilerinden verebilecekleri
söylüyor ve bir önceki taşın üstüne koyuyor kendininkini. Bir kule
oluşturuluyor yani. Bunun fotoğrafını çekmeyi unuttum, keşke çekseydim, çok ilginç
bir sonuç çıktı oyundan. Bazıları kuleyi büyütmeye devam ederken bazıları taşlarını
masanın üstündeki yakın yerlere tek başına koydu, üç-dört kişi başka küçük bir
kule inşa etti yan tarafta ve bir tanesi de asıl kulenin dibine koydu taşını.
Bunların hiçbiri düşünerek yapılmış şeyler değildi. İnsanların taşlarını
koydukları yerler kendilerine dair çok şey söylüyordu. Ayrı kule yapanlar kendi
grupları içine kapanıp kalmak isteyenler, taşlarını kuleden uzağa ayrı yerlere
tek başına koyanlar grupla bütünleşmeye hazır olmayanlar, dibine koyan ise gruba
yakın kalmak isteyen ama bütünleşmeyi seçmeyen kişi olabilir. Tabii ki bunlar
benim yorumlamalarım, ama her yönden oyunun sonucunun ilginç olduğu belli.
İkinci oyunda ise 4-5 kişilik gruplar oluşturuldu ve her
gruba kocaman bir kağıt verildi. Verilen kalemlerle ilk günlerimizde Polonya’da
hayatta kalmak için ihtiyacımız olan şeyleri çizmemiz istendi. Daha sonra da bu
çizdiklerimizi neden çizdiğimizi, neden bizim için önemli olduklarını diğer
gruplara anlattık. Bu oyun benim en sevdiğim oyundu. Ve bana bloğum için güzel
bir fikir verdi. İlerleyen zamanlarda bloğumda Türklerin Polonya’da hayatta
kalmak için ihtiyacı olan şeyleri konu almayı düşünüyorum.
Sonraki oturumlardan birinde iki soru kağıdı dağıtıldı.
İlkinde Polonya’ya neden geldiğin ve burada ne elde etmek istediğin soruyordu.
Bunu yazıp verdik. Erasmus’un sonunda bize bu kağıtlar geri dağılacakmış ve
aradığımızı bulmuş muyuz onu anlayacakmışız. Bunun sonucunu çok merak ediyorum.
Diğer kağıtta ise kendimizi nasıl tanımladığımızı yazmamız istendi. Bu çok daha
ilginç geldi bana. Çünkü genel koordinatörümüz Nina’nın ‘iddiasına’ göre bu
tanımlarımız Erasmus’un sonunda değişecekmiş. Erasmus bir insanı bu kadar
değiştirebilir mi hep birlikte göreceğiz!
Ve geldim asıl meseleye.. Bu akşam Polish Dinner (Polon akşam
yemeği) vardı. Yapılan her şeyi yemek için sabahtan beri bir şey yemiyordum ve
heyecanla bu yemeği bekliyordum. Evet, çok çok güzeldi bütün yemekleri
(tatlıları kesinlikle hariç!) ama oldukça ağırdı bizim yemeklerimize göre.
Kullandıkları et, baharat ve her şeydeki aşırı mantar aroması doğal olarak
bünyemi sarstı benim. Böyle bir yemeğe davet edilecekseniz ilk tavsiyem şu ki: “benim
gibi yapmayın!” Sakin olun ve her şeyden az az alıp her aldığınızı da bitirmeye
çalışmayın. (Yoksa benim gibi yurda gelince hepsini çıkartabilirsiniz.) :(
Akşam yemeğinde aldığım tabağın resmini ekledim. Her
yiyeceğin isimlerini ve içeriğini bu yazımda anlatmayacağım. Bu başka bir
yazımın konusu olacak. :)
Gelelim eğlencelerine.. Clup’ta çalınan müzikler bizim
eğlence anlayışımıza hiç uymuyordu. Zaten bunu gelmeden önce de bir blogta
okumuştum. Dans alanı artık global şarkılara geçene kadar boş kaldı. :) Sonra
ortalık sallanmaya başladı tabii ki. Alkol ise bildiğiniz gibi çok ucuz ve
biradaki alkol oranı bile normalden fazla. Grubun büyük bir kısmı en azından
hafif sarhoştu o yüzden. Parti sabah 4’e kadar sürmüş ama elbette ben o kadar
kalamadım. Damak tadımıza farklı gelen o yiyeceklerden sonra içmek ve dans
etmek hiç sağlık görünmüyordu, ben gittikten sonra kim bilir neler oldu! :)
Bugün anlatacaklarım bu kadar. İyi dileklerimle..
Maya
Partiye gelenlere bastıkları Erasmus Student Network damgası. |
Yorumlar
Yorum Gönder